Yaz sıcağı başlayınca kendime izin vermiş, yazılarıma Eylül ayında başlarım demiştim. Ama öylesine bir yaz aylarına tanıklık ettik ki; iznimi iptal ederek yeniden satırların başına dönmek kaçınılmaz oldu.
Önce Türk dış politikasında kaçınılmaz geri dönüşlere ve kafa karışıklıklarına tanıklık ettik. Kimimize göre 180, kimimize göre 360 derece dönüşler hız kesmeden devam ediyor ve edecek. 180 derece mevcut iktidarın başladığı yere göre, 360 derece Cumhuriyetin fabrika ayarlarına göre diyelim ve bulmacayı çözmeyi okurlara bırakalım.
Esasen Rusya’nın Ukrayna’ya 24 Şubat 2022 günü saldırmasıyla birlikte bir paradigmanın değiştiğini yaz tatiline girmeden önce yazdığım yazılarımda çokça değinme imkanım olmuştu. Türkiye’nin artan önemi Türkiye’ye yeni roller üstlenme fırsatı tanırken, bu fırsatı değerlendirebilmek için dış politikasında izlediği hatalardan dönmek zorunluluğunu da beraberinde getirdi. Son olarak her ne kadar Suriye’ye müdahale konusunda kararlı bir duruş sergileniyormuş gibi olsa da, anlaşıldığı kadarı ile Esed’den Esad’a dönüş çok uzak değil. Darbeci Sisi’den vatansever Sisi’ye geçiş de heyecanla bekleniyor.
Peki Türk dış politikasında fabrika ayarlarına dönüş, mevcut paradigmanın ortaya çıkardığı fırsatlardan yararlanmak için yeterli mi? Ne yazık ki olumlu bir cevap vermek çok güç. Yine daha önce çokça bahsettiğim güven erozyonu bütün hızıyla devam ediyor. Türkiye’nin mantık dışı kararlarla bozulan ekonomisi, er ya da geç gerçekleşecek seçimlere doğru ülkemizin girmekte olduğu sert siyasi ortam sağlıklı bir dış politika tartışmasını engeller vaziyette. Öte yandan sevgili dostum emekli Büyükelçi Selim Kuneralp’in “Serbestiyet.com” sitesinde yazdığı şekliyle, Türk kamuoyunun içine girdiği psikoloji içinde sağ duyulu bir dış politika tartışmasına imkan tanımıyor. Hep kendi kendimizi haklılığımıza inandırmak, karşı tarafın tezlerine kulak tıkamak, esas itibarı ile makul bir ortak keseri bulmak amacı ile müzakere masasında olmak bu psikoloji içinde pek mümkün değil. İktidarın yarattığı bu algıya karşı, muhalefet bir anlamda çaresiz, aykırı en ufak söylem anında iç politikada başka yerlere çekilebilir, kaldı ki zaten çekiliyor.
Bunca kelam ettikten sonra gelelim yazımızın başlığına, yani vize sorunsalına…
AB ülkelerine çeşitli gerekçelerle gitmek için AB ülkelerinin konsolosluklarına başvuru yapan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının karşı karşıya kaldıkları eziyet herkesin malumu. Vizeler ya çok geç veriliyor ya da gerekçesiz vize başvurusu reddi sayılarında ciddi bir artış ile karşı karşıya geliniyor.
Bu durumun nedeni sorgulandığında çoğunlukla pandemi nedeni ile vize ofislerinde çalışanların hastalığa yakalandığı, eleman sayısındaki azalmanın bu sonuçlara yol açtığı gibi bir bahanenin ardına sığınıldığı gözüküyor. Bu bahane giderek geçerliliğini yitirdiği ölçüde sessiz kalmayı tercih eden konsolos ve büyükelçiler ile karşı karşıya geliyoruz.
İsmi bizde kalmak kaydıyla samimi olarak bize açıklamalarda bulunan bir üst düzey AB yetkilisine göre ise durum farklı. Türkiye’nin bozulan ekonomik koşulları özellikle genç nesilde AB ülkelerine göç arzusunu had safhaya yükseltti, o yüzden özellikle gençlerin başvuruları reddediliyor. Öte yandan Türkiye’nin izlediği yabancılara vatandaşlık verilmesi politikası da yakından takip ediliyor. Türkiye kendi vatandaşlığını çok ucuzlattı. T.C. vatandaşı olanların büyük çoğunluğunun esas amacı Türk pasaportunu kullanarak AB ülkelerine göç etmek. Bu da kurunun yanında yaşın da yanmasına yol açabiliyor.
Doğal olarak bu söylenenlerin arkasında az da olsa bir haklılık payının olduğu ileri sürülebilir.
Ancak bu genelleme öğrencileri, akademisyenleri, iş insanlarını ilgilendiren kısıtlamalar haline dönüşünce işin rengi değişiyor.
Bir AB ülkesi üniversitesinden kabul almış bir öğrenci geciken vize yüzünden eğitimine gecikmeli olarak başlayacak ise, bir akademisyen katılacağı bir uluslararası organizasyona katılamayacak ise, uluslararası bir fuarda ürettiği mallarını tanıtma şansını yakalayamayan bir iş insanı bu yolla ticarette teknik engel olgusu ile karşı karşıya geliyor ise bu durumun oturulup ciddi bir sonuca bağlanması gerekir.
Tabi bu arada yük taşıyan TIR şoförleri için de ayrı bir parantez açmak gerekir. Önce pandemi, ardından Rusya Ukrayna savaşının ekonomiler üstünde yarattığı en önemli tehdit unsuru tedarik zincirinin kırılması, diğer ifadesi ile mal sevkiyatının çeşitli nedenlerle gerçekleşmemesi. Mal sevkiyatındaki en önemli aktörler ise bu malları taşıyan araçlar ve onları kullanan şoförleri.
Türk şoförüne yaptığı bu önemli profesyonel görev çerçevesinde vize vermemek, çok kısa süreli vizeyi birkaç ay sonra vermek acaba AB’nin temel ekonomik çıkarlarına aykırı değil mi?
Görebildiğimiz kadarı ile AB ülkeleri, AB ülkelerinin ticaret, ulaştırma, ekonomi bakanlıkları ile dışişleri bakanlıkları arasında çok ciddi koordinasyon sorunu var.
Bütün bunlara vizenin reddi halinde gerekçe açıklamamak bir yana, vize için tahsil edilen ücretlerin geri iade edilmemesi rezaletini de eklemek gerekir. AB ülkelerinin bu yolla Türkiye’deki konsolosluklarını haksız rekabet yapan işletmeler haline dönüştürdüğünü de düşünebiliriz.
Son olarak Sayın Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun bu işin ardında kasıt olduğunu söylemesi ve gerektiği takdirde karşıt kısıtlayıcı önlemlere başvurulabileceği açıklamasına da kısaca değinmekte yarar var.
Önce “kasıt var mı?” sorusuna göz atalım. Evet bence de var. AB ülkeleri tarafından öne sürülen “bahaneler”, hadi daha diplomatik dille ifade edelim “gerekçeler” kabul edilebilir nitelikte değil. Bu durumu yine Sayın Çavuşoğlu’nun söylemiyle seçimlerin arifesinde AKP’yi zor duruma düşürmek için başvurulan bir yöntem olarak da değerlendirmek mümkün. Esasen AB’nin Erdoğan karşıtlığı aşikar ve seçimlerden önce Sayın Cumhurbaşkanı’nın elini güçlendirecek her türlü tasarruftan kaçındığı da açık.
Ancak bu siyasi mülahazalar Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının cezalandırılması noktasına geldiğinde farklı söylemleri ifade etmek gerekiyor. AB ile Sayın Cumhurbaşkanı arasındaki siyasi kavganın genelde karşılıklı çıkarlara aykırı engeller haline gelmesinden kimsenin yararı yok, aksine zararı var.
Nihayet “karşıt kısıtlayıcı önlemler” cümlesine de dikkat etmek gerekiyor. Bu cümle ilk bakışta AB üyesi ülkelerin vatandaşlarına vize kısıtlaması gibi algılanabilir. Peki gerçeklikle ilgisi var mı? Bence yok. Özellikle turizm sezonunda ekonomiyi gelecek turistlerin harcamaları ile bir nebze de olsa rahatlatma çabasında olan ülkemizin ne yazık ki bu noktada mütekabiliyet uygulaması hemen hemen olası değil. Kaldı ki bırakın vizeyi, kimlik kartı, hatta süresi geçmiş pasaportu ile ülkemize gelen AB vatandaşlarının durumuna bakıldığında, ister istemez kötü ekonomi yönetimi ile mevcut söylemin örtüşmediği ortaya çıkmaktadır.
Peki başka tür bir kısıtlayıcı önlem olabilir mi? Olabilir ama şimdilik bu konuyu irdelemeyelim ve gelişmeleri takibe devam edelim.
Bu sonbahar çok sıcak geçecek…