Hollanda seçimleri Wilders’in galibiyeti ile bitti. Aşırı sağcı, İslam karşıtı, İsrail sempatizanı, gerekirse camileri kapatma sözlerini çekinmeden söyleyen, AB’den çıkmak için referanduma gidebileceğini ifade eden Wilders’in partisi, 150 sandalyelik Hollanda Parlamentosunda 37 sandalyeye sahip olarak birici parti oldu. Doğal olarak tek başına iktidar değil, başbakanlık koltuğuna oturabilmesi için en az 4 partilik bir koalisyona ihtiyacı var. Görüldüğü kadarı ile yelpazenin solunda ve merkezinde yer alan partiler Wilders ile aynı fotoğraf karesinde yer almak istemiyorlar. Dolayısı ile Wilders’in işi kolay değil. Şimdi ne olur sorusuna verilen cevaplar ya yeni bir erken seçim olur ya da Belçika örneğinde olduğu gibi uzun süre hükümetsiz bir yönetim olabilir şeklinde. Belçika’da yaklaşık 1.5 yıl hükümet kurulamamış, buna karşın Belçikalılar hükümetsizlikten hiç şikayetçi olmamıştı.
Peki aşırı sağ sadece Hollanda da mı yükseliyor?
Hatırlayalım.
Fransa’da Le Pen’in oylarını aşırı derecede yükseltmesine rağmen, karşıtlarının Macron’a katlanmak pahasına oy vermeleri sonucunda Cumhurbaşkanlığına gelememe hikayesini yaşamadık mı? Peki önümüzdeki seçimlerde Le Pen’in seçilme ihtimali sadece Fransızların değil, hepimizin korkulu rüyaları arasında yer almıyor mu?
İtalya’da Mussolini’den sonra ilk kez aynı jargonu kullanan Meloni’nin başbakanlık koltuğuna oturmasına tanıklık etmedik mi?
Almanya’da aşırı sağcı Almanya için alternatif partisinin yükselişi korkutucu değil mi?
Örnekleri daha da çoğaltabiliriz.
Avrupa’ya bakarken Arjantin’i de pas geçmeyelim. Milei’nin Cumhurbaşkanlığına geçtiğimiz hafta seçilmesi ile Güney Amerika’da da aşırı sağ popülizmin ne noktaya geldiğine hep beraber tanıklık ettik.
Peki aşırı sağ neden yükselişte ve özellikle kıta Avrupası seçmenleri giderek neredeyse faşizme varan eğilimlerin temsilcilerine neden geçit veriyor?
Herhalde en basit anlatımı ekonomiden kaynaklanan sorunlar. Pandemi ile birlikte başlayan ekonomik bozulma, ardından Rusya-Ukrayna savaşı ve şimdi de İsrail-Filistin savaşı.
Öncelikle Rusya-Ukrayna savaşının getirdiği ekonomik etkiye bakalım.
Rusya’ya uygulanan ambargolar sonucunda özellikle artan enerji maliyetleri, Rus pazarının kaybı, tedarik zincirinde yeni kırılmalar. Yanı sıra AB ülkelerinin İkinci Dünya Savaşından bu yana ilk kez kendi sınırlarında bir sıcak çatışma tehlikesi ile karşı karşıya gelmeleri. Bu tehdit algısı karşısında geçtiğimiz yıl Almanya’nın 100 milyar Euro tutarında savaş sanayiine yatırım yapması, benzeri tutumu Fransa’nın izlemesi. AB’yi AB yapan refah devleti anlayışının yerini giderek güvenlik endişelerinin alması.
Alman ekonomisinin bu sene yüzde 3 küçülmesi bekleniyor, peki ya Avrupa Komisyonu’nun mali disiplinsizlik nedeniyle mali izlemeye aldığı Fransa?
Savaşların beraberinde getirdiği göç dalgaları, her sorunun kaynağında İslamı görme kolaylığı, varlık nedenini pekiştirmek için ötekileştirmenin vaz geçilemezliği.
Evet Avrupa’da yükselen aşırı sağ popülizminin şu sıralarda önüne geçmek kolay değil.
Peki Avrupa’nın değişen siyasi yapısı bizi neden ilgilendiriyor?
Öncelikle o ülkelerde yaşayan vatandaşlarımızın güvenliğini yazmak gerekiyor. Maalesef İslamofobinin başlıca simgelerinden bir tanesi Türkofobiye dönüşmüş vaziyette.
İkinci sıraya da ekonomik gerçekleri yazmak durumundayız. Ülkemizin bir numaralı ihracat pazarı AB. Bir tarafdan içinde yaşadığımız ekonomik kriz ortamı, öte taraftan AB ekonomisinin darboğaza girmesi bizim için hiç iyi haber değil.
Hiç mi umut vaat eden gelişme yok?
Şu sıralarda esir takası için ara verilen İsrail Filistin savaşı, hiç olmazsa Gazze’de izlediğimiz insanlık trajedisine biraz da olsa son verdi. Ateşkes kalıcı olur mu? Umarız olur.
50+1 mi dediniz?
Kafa yormayı gerektiren çok daha ciddi işler var.